Hiskuşağı

Hayatın renklerinden bir renk seçmek, gök kuşağından bir renk seçer gibi.

Bir insan yetiştirmek sanki dünya üzerindeki mesleklerin en zoruymuş gibi gelmeye başladı. Bir insan diyorum; zaaflarıyla ve güzellikleriyle, yapabilecekleri ve yapamayacaklarıyla. Bu dünyanın renklerini yaşamak için ve bu dünyaya yeni bir ton katabilmek için.

İnsanın doğduğu topraklar, gerçekten de kaderini belirliyor. Ve ne yazık ki, anamız babamız, ismimiz gibi, doğduğumuz toprakları da seçemiyoruz.Bir yerden sonrası elbette ki bize ait oluyor, ama biz dünya vatandaşı olsak bile geldiğimiz yerde yaşanan ne var ne yoksa bir şekilde bizi de içine alıveriyor.

Hayat bize bunu çok mu görüyor, yoksa insanın asıl mücadelesi var olduğu yerle mi devam ediyor işte bunu hep düşünüyorum. Ama biraz tesadüfen, biraz da bilimsel sebeplerle var oluyoruz galiba. Bir yeni yıl akşamı milli piyango kazanma olasılığımızın düşük ihtimalde seyreden varlığının aksine, bir gün dolmuşla evimize dönerken öldürülüp bileklerimzin kesilme durumu maalesef ki önceki durumdan daha yüksek olasılıklı yaşadığımız topraklarda.

Bir insan bir başkasının canını alma cesaretini kendinde nasıl bulabilir? Sevdiğini söylemeye cesaret edemeyen, hislerini gizlemeyi erdem bilen bir kültüründe yetişen insan bu kör, hiç bir desteği olmayan cesareti durup dururken nasıl hisseder? Sanki biraz sosyoloji okusa herkes geçecekmiş gibi tüm acılar bazen, ama yok, o kadar kolay değil maalesef bu işler de. 

Bir adamın aynı yatakta uyuduğu, tutkuyla sevişmesini, yoldaşlığı için minnettar olması gerektiğini beklediğiniz karısını 30 yerinden bıçaklaması mesela, hangi çocukluk hikayesinin, hangi ruhsal tramvanın meyvesi acaba? Yaşadığı toprağı kabullenemiyor mu dersiniz, yoksa hayata mı tutunamıyor, devlet düzeni mi izin vermiyor yoksa kendi kendine engeller mi  yaratıyor? 

Etraf gökdelenlerle, gökyüzüne doğru dikine dikine çıkan "eril"liği anımsatan binalarla doluyor her geçen gün. Erkeklerin "erkek" olduklarını her defasında hissetmek istedikleri, bunu hissedemedikleri her an güvensiz ve aşağılık kompleksi içinde hissettikleri bir kültürün içinde doğduk, yüzyıllardır böyle geliyor ve böyle gidiyor,her gelen düzen değiştirici, laf cambazı bir şeyleri değiştirmekten bahsediyor ama nafile. Kimse durup sorgulamıyor, kaşı gözü metalaştıran algı, herkesin kaşı gözü var, herkesin organları aynı, herkes aslında sadece insan diyemiyor. Herkes bu çarpık nöron eşleşmelerinin üzerine konmaya dünden razı olmuş, çünkü değiştirmeye kalkışmak zor ve yorucu. 

Çünkü kimse bildiği doğruları değiştirmek istemiyor şu hayatta, inandığı değerlerin rahat ve sıcak koltuğunda otururken, ezbere, gözü kapalı sayabileceği gerçeklerin varlığıyla eğlerken kendini, hiç bilmediği hislerin, hiç algılayamadığı durum ve gerçeklerin soğuk denizine dalmak istemiyor.O huzursuzluk hissini hissetmek istemiyor. İnsan sanki hep siyahı yaşamaya mahkum ediyor kendini, yetmiyor, başkasını da yalnızca siyaha mahkum ediyor. Kendinde o hakkı bulacak kadar kibirli insan. Oysa bir sürü renk var, güneşin açtığı yağmurlu günlerden birinde görmesi o kadar kolay ki...

Yüzyıllardır isteyerek, istemeyerek parçası olduğumuz bu ataerkil kültürün cinsellikle, birey olamamakla, kadının her türlü anlamdaki varlığıyla olan bitmek bilmez savaşı bir gün gerçekten son bulacak mı? Bu yozlaşmış ahlak anlayışıyla bezenmiş karış karış topraklar bir günü üzerine kan dökülmeden geçirebilecek mi? Böylesine iki yüzlü,böylesine çürümüş bir zihniyet nasıl değişecek ?insanı insan yapan tüm değerler yerlebirken, hakkı hukuku adaleti bile geçtim, annesini bıçaklayan babasını izlemiş bir çocuğun,kızını toprağa veren bir ana/babaya evrilişine nasıl dur diyeceğiz?

Renkler yerine hislerin kuşağında yuvarlanıp duruyorum günlerdir. Hangi histeyim ben de bilmiyorum. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Walking through

Kesfedilmemis Element

No Screws Loose