Sihir

Bir sihir veriliyor biz insanoğluna, bilmem kaç yüzyıl önce. Bir sihir, ne olduğu bazen anlaşılan bazen anlaşılmayan, içinden ve dışından, uzunundan-kısasından, tesadüfleri ve ilmek ilmek işlenen planlarıyla. Bir sihir ama bir de akıl var bunun yanında. Sonra nefis var, günahlar var. 

Hayır, cennete ya da cehenneme götüreceği söylenen türden günahlar değil, burada tam da yeryüzünde var olan ve ceremesini yeryüzünde çektiğimiz günahlar. Bizim işlediklerimiz ve bize işlenenler. Sihri biliyoruz, ama bu günahlar bir kez bozmuş onu, belki bir zamanlar var olmuş, ya da bizim o sihri anlamlı kılmak için uydurduğumuz ve hiç var olmamış bir şeyi, yeryüzündeki tüm canlılar için var olabilecek adil bir hayatı yok etmiş.

Oysa insan, bir sene evinde yaşadığı, aynı evi paylaştığı ama aynı kanı aynı dini aynı ırkı taşımadığı birine kardeşim diyebilen bir varlık. Oysa insan, binlerce kilometre ötede, bambaşka dünyalara sahip, bambaşka diller konuşan insanlara evini açabilir, burası senin 2. evin de diyebilir. İnsan hiç tanımadığı, hiç konuşmadığı biri için üzülebilir, sevinebilir de. 20 yaşında âşık olabilir, karşısındaki insan için hayatını değiştirmeye, hayallerini paylaşmaya ve çoğaltmaya razı olabilir. 

Bir sihir veriliyor bizlere. Kırılmış bir ağaç dalında gizli, dikeni batan bir güldeki bedel, yakan güneş ışığındaki acı. Sadece yağmur ve güneşle ortaya çıkan Gökkuşağı. Ne kadar düşünsek düşünelim hayal edemeyeceğimiz, kendimizinkine kuş bakışı bakamadığımız için ancak bir başkasının yaşam çizgisini okuyunca anlayabileceğimiz bir sihir. Bir başkasının hayatına dokunabileceğimiz, diğer canlıları hissederek ve bir bütünün parçası olmanın o garip hazzıyla algılayabileceğimiz bir hayat. Ama bir şey, başkasının hayatına, hayallerine, acılarına, sevinçlerine duygudaşlık yapabilme yeteneği silinip gidiyor insan nefsinde. İnsanlık ruhu denen şey, yok oluveriyor insanın kendi karşısında. 

Bir askerin savaş meydanında gerçekten bulunmak isteyip istemeyişine, evladını kaybeden bir anne-babaya, bebeğini düşüren bir kadına, babasını kaybeden çocuğa, sakatlanmış bir hayvana, iş yeri yanmış bir iş sahibine, canını kurtarmak için panikleyerek uzaklaşan teyzeye, ne olursa olsun yaralı da olsa başkalarına koşabilen otobüs şoförüne, gece yarıları kamyonun arkasında dolanan çocuklar gibi çöpleri alan çöpçü abilere, hiç istemeyerek ülkesini terk etmek zorunda kalana ve kendi tercihiyle bu ülkede artık yaşamak istemeyene. Koşulsuz, yalnızca insana, bir sihirle o küçük noktada toplanmış ve bir arada yaşamak zorunda olan herkese. Hepsini anlama, anlayabilme kapasitemiz varken, biz bambaşka bomboş şeylerin peşinden koşuşturuyoruz. 

İnsanız diyoruz ya, insanlık bir başkasına koşulsuz, sorgusuz sualsiz ‘ama’sız eş duyum yapabilmekse insanlık. Bizim bu nesilde yaşadığımızsa, insanlığın mutasyona uğramış ve yaşadığı toprakları işgal eden bir canavardan ne yazık ki farksız. Büyüsü bozulan, erkenken dalından koparılan ve kopup giden herkes ve her şey gibi, bizim de büyümüz bozuldu çoktan.

Ne olacak şimdi?





"Şu noktaya tekrar bakın. Orası evimiz. O biziz. Sevdiğiniz ve tanıdığınız, adını duyduğunuz, yaşayan ve ölmüş olan herkes onun üzerinde bulunuyor. Türümüzün tarihindeki tüm sevinçlerimiz ve acılarımız, binlerce birbirini yalanlayan din, ideoloji ve iktisat öğretisi; her avcı ve her yağmacı, her kahraman ve her korkak, uygarlığımızın mimarları ve tahripçileri, her kral ve her köylü, birbirine aşık olan her genç çift, her anne ve her baba, umutları olan her çocuk, her mucit ve her kâşif, ahlak değerlerini öğreten her öğretmen, yozlaşmış her politikacı, her bir "yıldız", her bir "yüce önder", her aziz ve her günâhkar işte orada yaşadı; bir güneş ışınında asılı duran o küçücük soluk toz zerreciğinde.
Evrenin sonsuzluğu karşısında dünya çok küçük bir sahne. Bütün o generaller ve imparatorlar tarafından akıtılan kan nehirlerini, savaşları düşünün... Kazandıkları zaferlerle şan ve şöhret içerisinde, küçük bir toz tanesinde kısa bir süre için efendi olabildiler. O zerrenin bir köşesinde oturanların başka bir köşesinden gelen ve kendilerine benzeyen başkaları tarafından uğradığı bitmez tükenmez eziyetleri düşünün... Anlaşmazlıkları ne kadar sık, birbirlerini öldürmeye ne kadar istekliler, nefretleri ne kadar da yoğun...
Bu soluk ışık noktası, bütün o böbürlenmelerimize, kendi kendimize atfettiğimiz öneme ve evrende öncelikli bir konuma sahip olduğumuz yolundaki yanlış inancımıza meydan okuyor. Gezegenimiz, onu saran uzayın karanlığı içinde yalnız bir toz zerresidir. Bu muazzam boşluk içindeki kaybolmuşluğumuzda, başka bir yerden bir yardımın gelip bizi bizden kurtaracağına dair hiçbir ipucu yoktur. İnsan kibrinin akıl dışılığını, küçük Dünyamızın uzaktan çekilmiş bu görüntüsünden daha iyi gösterebilecek bir şey yoktur. Bu görüntü, bildiğimiz tek evimiz olan bu soluk mavi noktayı daha içten paylaşmamız ve koruyup şefkat göstermemiz gerektiği konusundaki sorumluluğumuzun altını çiziyor."

Carl Sagan, Soluk Mavi Nokta (Pale Blue Dot), 1994


Yorumlar

şah dedi ki…
Şimdi ne olacak? "Çalışmadan kazanılan servet, vicdan olmaksızın keyif, karakter olmaksızın bilgelik, ahlak olmaksızın iş hayatı, insanlık olmaksızın bilim, fedakârlık olmaksızın ibadet ve ilke olmaksızın politika" başı ve sonu yokmuşçasına devam edecek çünkü muhtemelen bazen masum ve üzerinde günah işlenenlerden olsak da farkında olarak ya da olmayarak çoğu kez günah işleyen bir canavar tarafındayız bu soluk mavi noktanın.

Bu blogdaki popüler yayınlar

Walking through

Kesfedilmemis Element

No Screws Loose