Kayıtlar

2011 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Dilek taşı

Asla anlaşılamayanlar diyarından geliyorum. Kelimeler, ne kadar sert çıkarsa çıksın, ne kadar uzun olursa olsun cümleler, eğer hayat yardım etmiyorsa harfleri bir araya getirmenize, ne kadar çabalarsanız çabalayın olmuyor. Uzun cümleler, kısa cümleler, sıfatlar, edatlar, yüklemler, özneler. Ve bizler. Anların, dakikaların içinde sıkışmış, nefes almaya çalışırken, bir yandan da kendi kelimelerimizi bulalım istiyoruz, ve tabii, birileri de cümleler kursun bizim için. Ama olmuyor işte, anlattığımız ne varsa havada asılı kalıyor, uzuyor, uzanıyor boşluğa, ulaşması gereken yere gitmiyor, giderken şekil değiştiriyor. Sonunda istediğimiz, beklediğimiz aksi asla göremiyoruz, sesimiz; hiç bir zaman istediğimiz gibi yankılanmıyor. Üzülme okur, amacımın ne olduğunu ben de bilmiyorum, ama yılın bu son günlerinde, sanırım tüm tortular ve birikintiler birer birer anlam buluyorlar. Neden bu kadar geç oldu ya bir cevabım var ama; o kadar hızlı sürükleniyoruz ki zamanla, tıpkı sileceğin yağmur da

İç'ten iç'e

Her şey düzelebilir miydi? Geçmişin tüm yaraları, tüm o geceler, şehrin ışıklarının yarattığı o  karşı konulmaz huzur dolu huzursuzluk... Evet,o gelirdi belki de, daha önce hiç uğramadığı bu sokaklarda yürürdü, önce bir bakardı etrafa, sonra oturacak bir yer bulurdu kendine. Her şey düzelebilir miydi? Eskisi gibi olur muydu gökyüzü? Günlerin kaybolmuşluğundan, her seferinde bir şarkı çıkınca niyetimizde, bulup söylerken biz, bize eşlik eder miydi birisi daha? Dünyadaki her şeyin anlamı, sanki düzelince çıkacakmışçasına beklerken, gelir miydi o "davetsiz" misafir bu sefer? Evet, beklemezdik, hiç beklemezdik, terliklerimizle öylesine otururken koltukta, elimizde sıcacık kahvemiz,"Asla kokusu kadar güzel olamayacak olan", belki gelirdi; o davetsiz misafir bizi de bulurdu sonunda, ve eşlik ederdi o huzur dolu huzursuzluğa, huzursuzluk, huzur olurdu sonra. Beklerdik onu, kapının çalmasını, hazırlıksız yakalanmayı ah nasıl da isterdik içten içe.

"Es"

Resim
Söyledin.  Kendi dilinle kendini ele verdin.   Git demesi kolay değildi,  hayat,  planını yaptığın anlardan çok daha fazlasıydı çünkü.  Çünkü git demek, ve unutmak, yalnızca sende başlardı, zaman; yalandı.   Beklerim dedi sana bir ses,   Beklerim ve görürsün neyin ne olduğunu sonunda,   Hayat devam ederken ve günler,   unutmazsın belki ama,   beklerim.  Bilindik bir masalın sonunun gelmeyişiydi sendeki hüzün,  Aklına gelen her şeyin,  Tüm hayal ettiklerinin belki de,   Gözlerinin önünde silinmesiydi.  Ama işte,  Bir ses duydun şimdi.  Beklerim dedi bir ses,   Her şeyin nasıl değişebileceğini görmek istersen eğer,   beklerim.   Unutamazsın belki ama,   beklerim.

Kış Rüzgarı.

http://www.youtube.com/watch?v=4i8ml0XnR4k&feature=relmf And my head told my heart, "let love grow". but my heart told my head "this time no", "this time no".

Hold on.

http://www.youtube.com/watch?v=w_YJhmGKTxk

Sen-Ben

Resim
Aşk yorgun düşmüş, Aşk meşgul, Hiç gelmez, Hiç gelmez bu günlerde...

Dikenli Tel

"Her seferinde,  hiç şaşmaksızın, kendi dikenli tellerime çarparak yürümekten artık çok yoruldum.  Uzaktan güzel görünen tüm hayaller, yanına, yanıma yaklaştığım zaman bir anda kanayan güller haline neden dönüşüyordu ki? İnsan kendi kendine niye dikenli teller örerdi ki? Biliyordum, çıkarmayı denemek aptallıktan başka bir şey sayılmazdı. İnsan bir kere zırhını çekti mi, kolay kolay atamazdı. Kaç kere, olmamışlıklar, yarım yamalak olmuşluklar ve uzun zaman hayalleri ile boğuşurken, çevremdekilere sarılırken acıttığım o tellerden kurtulmayı denedim. Olmadı, yapamadım. Artık bir parçam olduklarına inanmaya başladım. Onları sevmiyordum, ama onlarsız yaşamayı düşünemez olmuştum. Kimseye açıklamadığım nedenlerim vardı. Ne süper ego, ne id, hepsi kendi içimdendi onların. Belki de diğerleri de vardı. Bilmiyordum. Dikenli tellerim en çok bana batardı. Kanatırdım kendimi her geçişlerde, her yükseliş ve düşüşlerde. Bilirdim acısını, uyuştururdu beni, yarattığı kanlı zırhın ardına

Uyku Hayalleri

Küçük bir bahçeden geçtim bu gece, İçinde, Dallarından yapraklarını sarkıtan, Bir ağaç yoktu. Yeşil değildi bu bahçe. Az bir zaman oluyor oysa, Yine aynı "zaman"dı beni sürükleyen, O yeşil bahçeye. Şimdi, geçmiş anıların yükü, Taşlarını abimle dizdiğim bahçenin, Eski patika yolu gibi, Birer birer ardımda. Küçük bir bahçeden geçtim bu gece. Kuşlar ötüyordu. Nedense çok geçmiş gibi üstünden. Çok değişmişim gibi, aklar düşmüş gibi. Oysa az bir zaman oluyor, -ki zamandı beni sürükleyen, o yeşil bahçeye. Küçük bir bahçeden geçtim bu gece, Biliyorum, O yeşil bahçeyi artık hiç görmeyeceğim, Bir his ya, doğuverir insanın içine. Bir ses ya, dolduruverir gökleri. Burada uyuya kalsam ne olurdu, Burada geçse günüm gecem, Yaprakların altında, Burada, Bahçende.

Zırh Durağı

Uyandım mı gerçekten rüyadan? Her şey, hiç görmediğim ve hiç olmadığı kadar gerçek mi şimdi, ben miyim aynadaki? Değişiyoruz, evet, hayat, bizi değiştiriyor. Rengarenk oyun hamurları gibiyiz, şekilden şekle, renkten renge giriyoruz. Bozulmaya yüz tutuyoruz bazen; tek isteğimiz biraz oynatılmak. Sarsılmak istiyoruz gerçeklerle, hatırlamak, hatırlanmak istiyoruz.  Düşündükçe gelmiyor bazı soruların cevabı akla. Soruyu unutmaya başladığın zaman buluyor seni ne varsa.  Şimdi, elimi uzatsam görebilirim gibi hissediyorum cevabı. Ama her zamanki gibi, uzatmıyorum, kendimi koruyorum küçük yuvamda. Bekliyorum, beni kendisi bulsun cevap. Peki, gerçekten uyandım mı? Öyle olsun istiyorum, ama hayat bu, her şey olabilir, biliyorum. Küçük zırhımın arkasına saklanmışım, Bekliyorum.

well, well, well...

"That's when you know you've found somebody special. When you can just shut the fuck up for a minute and comfortably enjoy the silence."

Mutluluk

Mutluluk, özgürce cümleler kurduğun anda gelir bazen. Düşünmeden, beklemeden anlamadan yazdığın zaman. Bildiğin şeyleri unutmak istemezsin, ama işte,kelimeler akarken, öyle olmaz. Mutlu olmak, bir süreç değildir çünkü. Seni mutlu eden an'ı yakalamak, o anda kalabilmektir önemli olan. Kelimelerdir bazen sadece mutluluğuna mutluluk katan. Özgürce sarfettiğin, Özgürce okuduğun. Mutluluk.

Melancholy Man

Resim
I'm a melancholy man, that's what I am, All the world surrounds me, and my feet are on the ground. I'm a very lonely man, doing what I can, All the world astounds me and I think I understand That we're going to keep growing, wait and see. When all the stars are falling down, Into the sea and on the ground, And angry voices carry on the wind, A beam of light will fill your head And you'll remember what's been said By all the good men this world's ever known. Another man is what you'll see, Who looks like you and looks like me, And yet somehow he will not feel the same, His life caught up in misery, he doesn't think like you and me, 'Cause he can't see what you and I can see.

Terazi

Resim
Anılar peşini bırakmayacak sandığın anlarda, yeni anılarını hatırlaman gerekir. Tıpkı, gitmek için geride bırakmak gerekmesi gibi. Bazen, bazı anları ve anıları, sırf başka şeyleri unutmak için aldığında hayatına, kaybolmanın en alasını yaşayabilirsin. Çünkü an'da yaptıkların sadece an içindir. Pek çok davranışın etkisi geleceğe yansır, ama sen bunların çok azının farkında olarak hareket edersin. Gitmek için geride bırakmak gerekir illa ki. Tabii gerçekten gitmek istiyorsan, eğer gerçekten git demişse anılar, sürüklenmemişlerse aslında ardından. Eğer sadece sensen onları geri getirmek isteyen, ve azınlık olarak kalacaksan. İşte, dünyanın insana getirdikleri böyle. Nasıl dönüştürebilirsin ki her şeyi tersine? Azınlıksan çoğunluğun altında ezilmeye mahkum bırakılırsın. Ama ne var biliyor musun, o yeniden donattığın günlerin, yaşadığın anların -değerli ya da değersiz- karşındakiler farkında bile değillerdir. Nereden bilebilirler ki senin ne için yaşadığını? Onlar, senin hayatında olma

Düşüyoruz.

Unutuyoruz, unutmak, en kolay, en rahatlatıcı(!) şey şimdi bizler için. Bir kuşun uçuşundaki güzelliği, bir bebeğin doğuşundaki mucizeyi görmezden geliyoruz. Uyuştuk; çünkü hayatın anlamını ararken, kaybolduk içinde. Bulduğunu sananların peşinden gittik, mutlu olabiliriz sandık. Sadece uyuştuk oysa. Uyuşturulduk. Uyuşturulduk derken bile başkalarına attık suçu. Başkalarından medet umduk. Unutuyoruz. Hatırlamak, anlamak, insan olmak fillerini yapabilmenin özgürlüğünü unutuyoruz. Küçücük düşüncelerine, başkasını yok sayarken aslında kendisini de ezen zihinlerine tav olup peşlerinden gidiyoruz. Özgürlüğümüzü satıyoruz. Bizi var eden ne varsa hiçe sayıyoruz; varlığımızı baştan inşa ediyoruz. Bir şeylere şaşırmadığımız her an, daha da kayboluyor ruhlarımız. Hayat süprizlerle doluyken, bizler her şeyi olağan karşılıyoruz. Her şeyin bir nedenden dolayı olduğuna inanmak kolay geliyor, ama artık birlikte yaşayabilmenin gerekliliği için hiç bir neden bulamıyoruz. Uyuşuyoruz, sessiz ve derinden.

Düşüş

Şimdi ellerimde, Sonunu kimsenin getirmediği, -yarım yamalak- hikayeler ve günler. Elimde, bir yavru kuş. Uçmaya çalışırken gökyüzüne; sapsarı yaprakların arasına düşmüş, kalkamamış, kanatlanamamış, ellerimde.

Nereden Çıktı Bu Kuş?

Bir bedende ruh bulan ve bulmuş olan tüm duygular gibi, hayat bizi durmadan başka bir şekle girmeye zorlar. Kimi zaman, incecik bir vazonun ince beli gibi, dar bir yoldan geçer halde buluruz kendimizi. Yol ince ve uzundur, bizse şişman ve kısa. Geçebilmek için, uyabilmek gereklidir. Biliriz, ama zor gelir. Bir bedende ruh bulan ve bulmuş olacak tüm duygular gibi, bambaşka şekiller alırız her yeni gün. Unuttuğumuz şekilleri hatırlamak ne güzeldir, eğer rahatsak o şekilde, mutlu olmuşsak mesela bir yıldız şekline bürünmüşken, o anlar geldiğinde yeniden mutlu oluruz içimizden. Şekilden şekle girerken, g el-git dolu duygular gibi gelip geçer birileri, birileri hep vardır, birileri hep gider. Birileri içimizden geçer, birileri teğet geçer. Şimdi , bahar gelmemişken, güneş batarken erkenden, nereden çıktı bu kuş peki?

Eskisi gibi olmaz.

Eskisi gibi olmaz. Gördüklerimizden sonra, duyduklarımızdan sonra ve bir de yaşadıklarımızdan... İnsana bir hak daha verilmeli bazen. Bugünkü bakış açısıyla, dünü tekrar yaşayabilmeli. Ama mümkün olmaz bu, eskisi gibi olmaz hiç bir şey. An'ı yaşayamıyor olmak sorunsalı belki de ayaklarımızdan yere çeken şey bizi biri yaşam boyunca. Geri vitese almak her zaman daha kolay çünkü, eskisi gibi olmasını istemek, geçmişi tekrar yaşamak istemek, tartıda çoğunlukla ağır basan taraf. Ah, bir bilebilsek, unutabilsek geçen zamanı ve eskiyi yeniden yaşasak, sil baştan başlasak bazen...Bugünün bakışıyla geçmişi görsek tekrardan, hatalar ve güzelliklerle. Çok şey mi istiyoruz, çok şey mi bekliyoruz ondan? http://www.youtube.com/watch?v=xbpmXwA1670&feature=related

Alıntı-2

“Unutmanın acısı, ayrılığın acısından farklı. ayrılık hüzne yakın, unutmak kasvete. yani birini er geç unutmaya mahkûm olduğunu bilmenin kasvetinden bahsediyorum. birini yavaş yavaş unuttuğunun bilincine vardığın anların sıkıntısından bahsediyorum. o kişinin parça parça silinip alakasız hatıraların arasına karışmasından bahsediyorum. belki de neden bahsettiğimi bilmiyorum, sadece üzülüyorum, vasıfsız keder.”

Yeşil-Alıntılar

" “Ama sonra düşündü ki her birdenbire oluşun ardında, olmuş bitmiş birçok olay, durum, oluşum vardır. Önemli olan insanın bunların bilincinde olup olmadığıdır. Oluş anı yalnızca kısa bir kesinlik, geri dönülmez bir değişimin farkına varılma noktasıdır. Zihnin birden aydınlanıverdiği, yapılması ya da olması gerekenin görüldüğü parlak ışığın yandığı an.” “Sessizlikler.Benzersiz sorular. Taraf tutma ve kayıtsızlıklar. Bilinen aldanışlar.Hepsi. Gitgide daha zor. Öyküsüz.” “Uyuyorsun. Yaprak üzerinde beyaz bir tırtılsın. Bir akarsu gürültüde üstünden akıyor. Koyu bir sıvı içinde karanlıkta diplerdesin. Saçlarına çürük ağaç kabukları takılıyor. Dilinde yosun tatları. Suyun içinde bu kadar hızlı kayarken anımsamak ve bilmek ne kadar zor. Neredesin? Duvarları kaba taştan oyulmuş bir mahzendeydin. Bambu koltuklarında oturuyordunuz, büyük cam masanın çevresinde. Nerede şimdi, kimdi o genç adam?” “Bakışı kör bir koyu maviye sürgün, Okşar duruşuyla kendini kelebek. Gün ışığı eyle

Sorumluluk Kabul Etmiyorum(!)

İşte, yine başladı aynı şey. Hayatın her evresinde yüzlerce kez karşılaştığım ve her seferinde ilk seferki gibi korktuğum bir zaman dilimi. İnsan, ne kadar da hızlı özüne dönebilir bilinmeyen olunca karşısındaki... Hayvani içgüdülerle, bilinmezin ve görünmezin verdiği iç ürpertisi nasıl da gerçek yaşanır insanın hayatında… Unutuyoruz. Aslında düşünebilen canlılar olduğumuzu, düşünebilen “hayvan”lar olduğumuzu. Belki bu yüzden garip geliyor bize yaşam. Bu yüzden farklı bir noktaya oturtuyoruz benliğimizi. Korkuyorum işte, ötesi var mı ki bundan? Hayat beni yine o kendi içindeki düzensiz düzenine sürüklüyor. Güneş daha erken batacak yakında. Hayatımızın yalnızca “gece”den ibaret olduğu günler geliyor yine. Her seferinde yeniden alışmak niye bu kadar zor ki? Kabul etmeyi reddettiğimiz için mi acaba? Geçmişe bağlı yaşamak ne kadar kötü etkiler oysa bugünü. Bunu bile bile, geçip giden yazı hatırlayıp üzülmenin anlamı ne? Kimse bilmez, bilenler de uzun ve yorucu konuşurlar, her ye

Oi Va Voi -Refugee

Resim
Videodaki ışıklar arka fonu hatırlattı... Şarkıyı yeni keşfettim, değişik geldi.

Küçük Kadın-Jehan Barbur

Küçük kadınla küçük adamın şarkısı. http://www.youtube.com/watch?v=sUrAF7CxGAg

Eylül Akşamı

Hayat, anlamsız bir senfoni gibi şimdi. Sadece şarkıyı dinliyorum ve neye benzediğini anlamaya çalışıyorum. Devam ediyor. Günler akıyor ve biz yeni toz zerreciklerinin arasına karışıyoruz her an, eskileri yok olup giderken evrende, biz var oluyoruz nefes aldığımız sürece. Aslında önemli olan hiç bir zaman nefes almak değilmiş. Bize verilen şeyi anlamak en önemlisiyken, biz başkalarının derdine düşünce oluyormuş ne oluyorsa. Mişli muşlu hikayeler anlatan birini tanırdım bir zamanlar. Hikaye geçmiş zamanını sevmediğimi, o zaman fark ettim. İnsan kendini insanda tanıryor. Bunu bilirken,yeniden öğrenmek garip geldi. Nefes alabilmenın önemini bilirken, kendimi anlayamamanın derdine düştüm. Bazı çizgiler kusursuzdu. Tıpkı kıvrılıp yuvarlanan çay bardakları gibi-ki buna eskiler ajda belli bardak derlerdi-bazı çizgiler kusursuzca iniveriyordu yerinden. Bazen de, karanlık bir yıldız denizinin içinde, canım acıya acıya dolaşıyordum. Uzaklaştıkça, aynı parlaklık ve aynı sarılık içinde kaybolu

Kimse Bilir mi Acaba?

Hislerin kaybolduğu duraklardan merhaba. Hayat akıp giden bir su ise eğer, kimse tutmasın şişesini altına. Çünkü kimse alamaz istediği kadarını, istediği saflıkta. Sudur, kirlenir, akar gider ellerin arasından, ellere karışıverir. Kaybolmuş insanların şehrinden merhaba. Kimsenin kimseyi tanımadığı, ama herkesin bilindik bir akrabalıkla yaşadığı zamansa eğer bugün, kimse söylenmesin mutluyuz diye. Her şey küçük bir hapın içinde, uyuşturulmuş bedenlerimizin içine işlerken, kimse sus demesin buna direnenlere. Garip, ne hayat. Sözcükler tersine dönmüşken daha anlamlı belki de artık. Kim bilir, gün kaç kere daha doğacak üstümüze bu şekilde. Kimse bilir mi acaba?

8.01

Resim
Dönüyor!

Bilindik-2

Bilindik. Ciddi. Garip bir Şarkı. Kendimizi her şeyden soyutladığımız anlar vardır bazen. Kimsenin aslında gerçek davranmadığını, herkesin yaşam telaşı içinde içine girdiği rolü oynadığını fark ettiğimiz anlar. Bir şeyi bilmek her zaman bir adım önde olmak anlamına gelmez. Yalnızlığımızın farkındayızdır belki de, ama ona olan vazgeçilmez tutkumuz bizi daha mutlu biri yapmaya ne yazık ki yetmez. Herkesin karşı çıktığı biri nasıl olur da kendini ifade etmeye böylesine devam edebilir? Farklılıklar nasıl olur da bir arada yaşayamaz hale gelirler, anlatılmaz, dayanılmaz acılara neden olurlar? Sanırım her şeyin tek sorumlusu, içinde yaşadığımız dünyayı, ağaçları, çiçekleri, yerin ve göğün tüm katmanlarını fazla ciddiye almak. Ciddi . Kulağa garip geliyor, ama evet, garip bir toz bulutunun içinde, uğraştığımız “kocaman” işlerle yaşarken bizler, ‘‘ciddi ciddi’’, hayat kendi süregelmişliği ile akıp gidiveriyor önümüzden. Her seferinde diyorum, bu kez daha rahat yaşayacağım, d

Tos tos 3

bir boşluğun gölgesine düşen bir avcı gibi sessizce duran bir kediyle dans etti gökyüzü. görmek istediklerinin tamamını görmüş sayılmazdı, daha olmak istediği o kadar çok yer vardı ki, bilseler izin vermezlerdi belki. o ne yapar eder kendine seyirlik güzel bir yer bulurdu ama. sıcaktı, çok değil ancak yine de kulaklarınızın altı terlerdi. kuşlar gök yüzüne manidar bir bakış fırlattıklarında ya da gök yüzü onları unuttuğunda başlardı yağmur, rüzgarla birlikte gündüze eşlik eder, gece gelince tasını tarağını toplar giderdi. garip bir boşluk vardı şimdi. gitmek, yine gitmek en iyi çözüm gibi görünüyordu, ama yaralara ne kadar daha çare olabilirdi bunu kimse bilmiyordu. ama deniz suyu iyi gelirdi insanlara,yaralara ve ruha. deniz kokusu tüm kokulardan başkaydı bir de,onu solumak da iyileştiriciydi. gidince kuşlar, gökyüzü de giderdi,her yeri görürdü onlarla, denizi severdi...

Tos tos-2

Resim
Bu gece "mevsim normal"lerinin altında bir gece. Hatta öyle ki, gece ellerini mevsim normallerinin üzerinden atmaya çalışıyor, yukarıya bakabilmek, bize yukarıyı gösterebilmek için. Ama biz çok kaldık oralarda, altında da çok kaldık. Biz Ankaralılar evet, en iyi biz biliriz mevsim normalini. En ortada olmanın, her yere -bir anlamda- yakın olabilmenin diyeti budur belki de. O yüzden bu gece mevsim normallerinin üzerine pek çıkası yok kimsenin. Herkes arada kalan yerden memnun, hatta çoğu kimse bu günün hayalini kurmaktaymış bile denilebilir belki. Yok, altını ve üstünü kimse hayal etmez genelde mevsim normallerinin. Orta her zaman iyidir. Şimdi işte, şu mevsim normali denen şeyin az biraz altında-ortaya yakın-önce gerçek yıldızlar ve sonra odamdaki yıldızların altındaki odamdan yazıyorum bunları. Hayat bazılarına hiç dokunmazken, bazılarını çok acıtabilir. Şimdi başının üstünde yalnızca gerçek yıldızları görenler gelince aklıma, yaşamın adaletinin olmadığına bir kez daha inanı

Tos tos

Ağustos yuvarlak bir aydır. Tıpki bir ağustos böceği gibi. Geride bıraktığım pembe renkli köprüyü, üzerine ay ışığı vurmuş denizi ve hatta her gece aynı saatte beni uyutmayan çöp kamyonunu bile şimdiden özledim. Bir ay önce içimdeki korkularla yeni bir maceraya atılırken yine zamanın geçişini görmek insana garip bir uyuşmuşluk ve anlamlandıramama hissi veriyor. Şimdi, biraz daha değişmiş ve insanları biraz daha tanımış bir halde, tatilimin kalan yarısına devam ediyorum. Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam'ı gibi biri olmak var aslında. Çalışmadığı için değil istemediği için gezip tozmak, öğrenmediği için değil dile getirmediği için susup sadece gözlemlemek gerek hayatı. Sadece sokak isimlerini araştırmakla bir ömür geçebilir mi? Buna inandırıyordu Aylak Adam.

Hable con ella!

Sonra bulutlar vardı gökyüzünde. Gökyüzü tamamen toz pembeydi. Pembeliklerin arasında karanlık bir boşluk ve bir kaç parlak yıldızdan başka hiç bir şey yoktu. Çöpçüler şehrin tüm sırlarını bilirler. O gece kaç kişi ne kadar şişe eskitmiş, ne kadar ağlamış ve ne kadar acıkmış. Daha fazlası. Belki de, şehri merak eden bir yabancı, yoldan geçen bir çöpçüyle konuşsa, çok fazla şey öğrenebilirdi, ama çoğu kimse bir çöpçü ile şehir sohbeti yapabileceğini bilmezdi. Bulutlar hareket ettikçe, dünyanın döndüğünü anlıyordum. Anlıyordum, çünkü bazı geceler, yıldızlar da öylece dururken, her şey yavaş çekimdeymiş gibi gelirdi bana. Rüzgar ve bulutlardı dünyayı dönerken güzel gösteren. Tıpkı bizi daha güzel gösteren şeyler gibi. Son film gecesinde filmimizin adı Konuş Onunla'ydı. 2002 tarihli ispanyol yapımı bir filmdi. İspanyol aksanının o keskin ve ateşli halleri güzeldi, filmin duygusal ve komik ruh hali ayrı bir güzeldi. ( http://www.imdb.com/title/tt0287467/ ) Kendimi çoktan iki üniversite

Benim küçük hikayem

“Söylesene dedi, ne bekliyordun? Ne ummuştun? Aşk mıydı aradığın?" Kız elindeki basmalı kaleme iki kez bastı- içinde uç olmadığını biliyordu, olsaydı 0.7 olurdu. Düşündü. "Aşk mı? Bu yaşadığımız şey aşk mıydı? Bu karmaşık ruh halleri, birbirine karışan geceler ve gündüzler, garip haller...Buna aşk mı deniyor?" Böyle demek isterdi, ama demeyecekti. “Bilmiyorum. “ Gerçekten de bilmiyordu. Şimdi burada düşün, söyle dese, onu beklese sabaha kadar, belki bulabilirdi. Ama şimdi, bilmiyordu. İnsan yaşadığı bazı anları unutmaya çalıştıktan sonra, bir gün elinde sonunda o günlere geri dönmek isteyeceğini bilse, en başından böyle davranır mıydı acaba? Aklındaki soruyu sildi. Şimdi başka soruları cevaplamanın zamanıydı. “Neden cevap vermiyorsun? Olmayan şey neydi ki, istediğin gibi olmayan şey?” Bir an, son soru ona sonuna soru işareti konduğu halde soru anlamı taşımayan cümleleri hatırlattı. Gerçekten böyle bir cümle olmasını isterdi

Gece Saçmaları

Hayat, söyleyebildiğiniz cümleler kadarını verir size. Cesaret her zaman kötü değildir, iyi olansa, onun size yaşatabileceği güzel, değişik anlardır. Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey varsa, hayatı ciddiye alarak ne kadar önemsersen, o seni o kadar fazla acıtır. Unutmak, dalga geçmek her zaman seni mutlu yapamaz elbette, ama çok daha başka bir dünyada yaşamanıza yardımcı olabilir. Şimdi, geriye baktığım zaman, hatalarımın ve eksiklerimin gölgesinde, geçen bir yılda bile ne kadar değiştiğimi hayal edemiyorum. Zaman, öylesine toz duman ederken bizi, değişmemek elde değilmiş bunu anladım.Hayatımıza her girip çıkan insanın bize kattıklarını ve götürdüklerini saymadım bile... Şimdi sen de herkes gibisin olmak da varmış mesela, ya da bir gönüllü ile, sokak ortasında muhabbete girmek...Yalnız başına dolaşmak ve kaybolmak, aylak olmak, aylak olmak, aylak olmak... Keşke her an bir kağıt kalemim olsa elimin altında. Düşünceler geldiğinde, bir ip gibi çekiversem onları. Böyle olunca, yani sonray

Karanlığa

Yaşamak acı çekmeyi şart koşar aslında bizlere. Var olmanın, var olma nedenini sorgulamanın, yalnızlığın ve kalabalığın içinden kocaman kocaman bir acıdır hayat. Herkes, bilerek ya da bilmeyerek,bu acıyı dindirmeye çalışır bir şekilde. Kimisi şarkı söyler, kimisi yazar, kimisi sevişir, kimisi susar ve içine döner, kimisi birilerini öldürür. Var olmak zordur. Var olmak, sadece nefes almaktan öte, benliğini ve kendini bir bütün olarak bir arada tutabilmek işi, tahmin edileninin aksine çok zordur. Ve işte, tüm bu zorluğun arasında, aslında en zoru, kendi kendini yok etmeye ikna edebilmektir ruhunu. Birileri yaşar, birileri ölür...birileri, sözcüklerle en derin acılarını anlatsa bile, kimse onu dinlemez ve anlamazken hiç bir anlamı kalmaz onca kelimenin. I cheated myself like I knew I would I told ya, I was troubled you know that im no good Sonra bir gün, yok olurlar. Yok olmalarıyla anlaşılır belki her şey. Bir yüzme havuzunda yüzen kayıp ruhlardan biri olan ruhları, beklenen bir sonla yü

Birinden kalan bir şey.

"... çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca alt katında uyumayı bir ranzanın üst katında çocukluğum... kâğıttan gemiler yaptım kalbimden ki hiçbiri karşıya ulaşmazdı. aşk diyorsunuz, limanı olanın aşkı olmaz ki bayım! allah'la samimi oldum geçen üç yıl boyunca havı dökülmüş yerlerine yüzümün büyük bir aşk yamadım hayır yüzüme nur inmedi, yüzüm nura indi bayım gözyaşlarım bitse tesbih tanelerim vardı tesbih tanelerim bitse gözyaşlarım... saydım, insanın doksan dokuz tane yalnızlığı vardı. aşk diyorsunuz ya ben istemenin allahını bilirim bayım! çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca balkona yorgun çamaşırlar asmayı ki uçlarından çile damlardı. güneşte nane kurutmayı ben acılarımın başını evcimen telaşlarla okşadım bayım. bir pardösüm bile oldu içinde kaybolduğum. insan kaybolmayı ister mi? ben işte istedim bayım. uzaklara gittim uzaklar sana gelmez, sen uzaklara gidersin uzaklar seni ister, bak uzaklar da aşktan anlar bayım! süt içtim acım hafiflesin diye çikolata yedim bir köşeye

Üç Harf

Üç harf yanyana kaç şekilde gelir bilir misin ? Aşk dersin.. Sen dersin.. Ben dersin.. Sen, ben biter; biz dersin.. Gün gelir Git dersin.. Peki ''dur'' kelimesinden haberdar değil misin ? Dur demeyi bilmez misin ? Git demek kolay, dur diyebilecek kadar yürekli misin? Can Yücel 

Bilindik

Evet, aynen böyle olur, bir şeyler seni birilerine çeker, öyle çeker ki, anlamlandıramadığın, adını koyamadığın bir şeyler sarar bir anda onu gördüğünde. Yok, adını koymak istediğinden değildir aslında, sadece sana ait olmasını istediğindendir belki, ya da olsa olsa, onu kaybetme korkundandır, başka bir şeyden değil böyle hissetmen. Bilirsin, asla olmayacak bir şeyin olma ihtimalini hesaplamak zordur, imkansız değil, ama zordur. Zoru seversin. Sadece zoru seversin.

Some devil, some angel..

-Do you want to know how I feel? I feel hurt. +I know. I'm sorry. -It's not your fault.

Boğaziçi Günlükleri 4

Efendim, 4 müş, 5 miş, ben artık günleri karıştırdım, tek bildiğim, bu gece burada bir haftamın dolacağı. Zaman telkin ettiği gibi geçince deva oluyor yaralara. Ben de artık alıştığım için buralara, kazası belasız ilk haftamı atlatmanın mutluluğu içinde yazıyorum bu satırları. :) İstanbul'un 4/1 ini gördüğümü bile iddia edemem, ama bu hafta gördüklerimle, bu şehir hakkındaki düşüncelerimin çok fazla değiştiğini ve farklı şekillere büründüğünü iddia edebilirim. Cevahir macerasının ardından, kah saat 9 da okulda çimlerde yayınlanan filmlere, kah okulun içinde yer alan manzaralı misafirhaneye dolaşarak geçen gecenin ardından, Cuma günü deneyimi başarmanın mutluluğu ile, asistanım ve diğer stajyerle Bebek'te waffle yemeye gittik. Abbastaki kadına gıcık olsam da, waffleın tadı hala damağımda... Sahil boyu yürüyerek Aşiyan mezarlığı ve parkına gelince, Atilla İlhan ve Münir Nurettin Selçuk'un aynı mezarlıkta olduğunu öğrenmiş oldum. Park, manzara, yeşillik şahaneydi..

Boğaziçi G-2 ve G-3

İkinci günü artık hatırlamıyor olmam, ne yaşımla alakalı ne de o gün yaşadıklarımla.. İstanbul bu işte, hızlı yaşamak dedikleri şey böyle olsa gerek, ben de ikinci günden o kervana girdim sanki ve bir türlü yazmaya fırsat bulamadım. Oysa şimdi, düşününce, ikinci günde oldukça hızlı geçmişti, çekingen asistanım ve onun da stajyeriyle. Kurduğum reflux deneyinin ilk günden 10 saat sürecek olması beni demotive etse de, zaten çok yorgun olduğumdan daha uzaklara gitme fikrinden çabucak soğumuştum. Öğleden sonra Deniz ve Hazal'la güzel zaman geçirdim, bana iki kampüsü, arasındaki caddeleri ve ortamı anlattılar. Denizden ayrılıp karnımı doyurduktan sonra, deneyi kontrol için okula gittim. Lisans öğrencilerine bile verilmeyen kapı kartı, asistanım sağolsun elimdeydi. :) Ee, madem 10 da girecektim gece gece, napalım, gül ve diken olayları! Korka korka girdim, refluxu kapattım ve gecenin bir yarısı dondurmam elimde yürüye yürüye vardım yurduma. Boğaziçililerin "Petek" dedikleri, ç

Boğaziçi Günlükleri-1

Aklımda buradaki her günümü anlatmak var. Tıpkı 1 yıl önce, bir yıl öncesini gün be gün anlattığım gibi.Ama artık ne o kadar çok zaman ayırabiliyorum uzun uzun anlatmaya, ya da durun, üşeniyorum ellerimi yormaya. Kağıt kalemin kokusu çok güzel oysa ki, laptopun tık tıklarının yanında, ama bu sefer sanırım öyle yapmayacağım. Zaten sanırım 30 güne yakınlık maceramın tamamını da anlatacak zamanı her gün bulamayacağım. Neyse, bu kadar uzun girizgahın ardından, buradaki ilk günümü anlatmam sanırım caiz. Evet, uzun ve buhranlı bir geceye adım atacağımın bilincinde, uzun uzun ağlayarak vedalaştım annemlerle. Babamın yol sorduğu genç çocuk, benim yatılı okula falan gönderildiğimi sandı sanırım. Durmadan ağlama dedi bana. Birlikte aynı servise binecektik altı üstü... Ataşehirden Alibeyköye ne ara geldik hatırlamıyorum, bir gece önceki uykusuzluğumun desteği ile, yol boyu uyuduğum gibi o arada da uyumuştum sanıyorum ki. İndiğimizde, serviste kamera şakası gibi valizlerimizi koyacak yer yoktu.

Karmaşık

Bugün bir sürü şey geldi aklıma söyleyecek. Hangisinden başlamalıyım, hangisine inanmalıyım beni istediklerimi anlatmaya sürüklesin diye... Yalnız, inançlarına sığınmış bir kadının, eşine arabayı park ederkenki mutluluğunu gördüm bugün. Sanki hayattaki tek eğlencesi oymuş gibi, gülümseyerek- biraz da çekingen- anlatıyordu kocasına. Belli ki kocası da memnundu bu anlatma durumundan, o da gülümsüyordu. Sonra onların biraz ilerisinde, bir eskici arabası duruyordu. Yolun tam ortasında park eden arabalara inat, o da tam ortada olmasa da, bir arabanın geçebileceği bir genişlikte yolu tıkamıştı. Sahibi, bakanı kimdi kimse anlamadı...Yalnızdı eskici arabası. Bugün aslında önemli bir gündü, 18 yaşına gelenlerin aslında farkında bile olmadıkları yıllarda, pek çok insana, düşünceye, aslında belki de temelde insanların bir arada yaşayabilme özgürlüğünü ve gücüne adeta meydan okuyan bir takım olayların yaşandığı bir gündü bu gün. Üstelik, bu acı ve utanç dolu günü anmak isteyenler, sanki suçlu onla

Ankara Üzerine..

ANKARA Masa başında kurulmuştur Ankara.Masa başı adamları yaratmış, masa başı adamları sevmiştir. Masa başı işlerinin kenti olmuştur Ankara. Sokakları cetvelle çizilmiş isimleri bir alfabetik indeksten sırayla seçilmiştir. Bestekar, Bilir, Büklüm Bülten...diye yan yana giderler. Tarihi, üzerine sonradan dikilmiş elbisedir,yaşanmışlığı değil. Akildir, mantıktır. Ruh ona sonradan biçilmiştir, gerekliliği bilindiği için. Arkasında hayat değil bilgi vardır. Bu yüzden toplamadır ruhu Kültürleri toplamış kendince birleştirerek kendinin yapmıştır bu kent. Tren garı binasının karşısındaki Hitit aslanına ters binen Nasreddin Hoca’dır. Sterildir Ankara heterojendir. Fakiriyle zenginin hayatları pek karışmaz birbirine Lalia bile yakınlaştıramaz dünyaları,hayalleri farklı bu insanları. Sıhhiye köprüsü görünmez bir duvardır kuzey ve güney arasında; iki Ankara’yı böler.Ve Yenişehir’in inadına Sıhhiye’dir sittin sene değişmez. Sınırlar nettir Ankara’da.Çünkü devlettir Ankara. Devlet sınırları sever.

Sabah uykusu

Çapaklarımı temizlediğimde, gözümün içindeki uyku ipliklerini de çekmiş olurdum her seferinde. Uyku iplikleri yoğun ve inceydi.Bir kere hareket ettiler mi, bir kere çekildiler mi yerinden, derin bir yorgunluk hissi yayılırdı tüm vücüduma. Gözlerimin taa derininden bir kapanma emri gelir, ellerim üzgün birinin sırtını sıvazlarcasına gözlerime giderdi. Uyku güzel bir şeydi neticesinde, sonu gelmez, her şeyin olabildiğince hayal gücü ve bilinç altı olduğu rüyalarla bezeliydi uyku. Sonra o dinlenmişlik hissi, o rahatlık vardı arkasından gelen. Ama işte, her zaman uyunmuyordu, insanlar karanlığa olan korkularını ancak uyuyarak yenebileceklerini sandılar. O yüzden gece olunca uyundu yüz yıllar boyu, sabah bereket demekti çünkü, güneşin doğuşu iyi şeylerin, yaratıcılığın ve yeni şeyler yapmanın sembolüydü. İşte bu nedenleydi ki, her zaman uyuyamazdı insan. Uyku iplikleri hep vardı gözlerimizde, ama iplikler bir köşede öylece dururdu çoğu zaman. Hareket ettirebilen çok az ş

Bu ben miyim?

Hatip ikizler O kadar çok ve o kadar güzel konuşuyorsunuz ki, cazibenizin kapsama alanına girmek işten bile değil. Hitabet sanatında sınır tanımıyorsunuz. Lakin bir kusurunuz var. Çok fazla yargılıyor ve niteliyorsunuz. Sözün kısası, yargılarınızda sıklıkla hataya düşüyor ancak söylenişteki güzelliğin bu hataları görünmezleştirdiğini düşünüyorsunuz. En büyük hobiniz öğrenmek. Gerekli gereksiz her şeyi öğreniyor, öğrendiğiniz her şeyi başkalarına da aktarmayı seviyorsunuz. ilginç...

Mutlu aşk yok (mudur?)

Resim
Üst üste gelen şeyler bir olaya olan inancınızı arttırmalı mı arttırmamalı mı bilmiyorum. Ama tatil başladığından beri izlediğim filmlerde, bir "mutsuz son" furyası ile karşılaşmış bulunuyorum. Günümüz aşkları belki de mutsuzluğu bambaşka şekillerde yaşıyorlar, uzman değilim, yorum yapacak da değilim ama izlediğim 3 film ve takip etmekte olduğum bir dizinin de "ölüm" teması ile mutsuz bir sonu başlatışı, açıkçası beni biraz şaşırttı ve düşündürdü. O yüzdendir ki, hem filmlerle ilgili bir şeyler karalamak, hem de kendimce bir takım çıkarımlar yapma gereği hissettim. (Nasıl da dürüstüm yarebbimmm!) İzlediğim ilk film " İncir Reçeli" . Takip ettiğime göre, film yoğun istek üzerine 24 Haziran'da tekrar vizyona girecekmiş. İlk vizyon macerası başarılı olmadı anlaşılan, çünkü çok da alışıldık bir tarzı yok bu filmin. Aslında konusu ve karşılıklı sohbetleri çok doğal ve orijinal bence, ama sonu kimsenin aslında tahmin etmediği ama hayatın ta kendisi olan bir

Lüfer, hamsi, kalkan... kader anı 21 Haziran!

Lüfer, hamsi, kalkan... kader anı 21 Haziran! : "“Seninki kaç santim?” kampanyasının sonucu belli oluyor. Tarım Bakanlığı balıkların ve denizlerin geleceğine Haziran’da karar veriyor. İş işten geçmeden, balıklar tükenmeden, daha fazla ertelemeden, hemen şimdi eyleme katıl."

!Dış-Diş-Düş!(Ya da düş yakamdan.)

Resim
Bir düşten ibaretmiş gördüklerim. Bunu bugün anladım. Zaman bir tozmuş, ellerimden akıııp akıp hep kaybolmuş yollarımda. Ben bir düş hekimine gitmişim rüyamda. Evet, gerçekten böyle birisi olduğunu iddia eden "birisi" var.İşte şu küçük sevimli çöp adam. Bir elinde fırça, bir elinde macun, temizlemeye, sıvamaya gelmiş dişlerimi-pardon- düşlerimi... Düşlerim, canlı ve renkli ; bazen de acımasız, bir denizde beni kendi elleriyle boğmaktan çekinmeyecek kadar da güçlü. Çok sürmedi düşüm. Ben daha derin zamanlar yaşamıştım, daha uzundu hep yolculuğum geçmişte. Ben alışmıştım düş görmeye, her seferinde uyanıp daha da iyisine söz vermeye, daha da "iyi"leşmeye. İyilik, bir kadının bir adama düşen gözlüğünü vermesinde, ya da bir kuşun adım seslerinde irkilmesindeydi sanki. İyilik, bir bebeğin ellerindeydi, ve düşler, o zamanı geri getirmek içindi. Çok sürmedi hiç bir düşüm, ama ben çok çok çok düşler gördüm.Sonunda bir gün, bugün, uzun bir süre düşlememek üzere uyandım. Uyan

"Acıtır"

"Ay dolunay, Deniz yanıyor, Ben nerdeyim, Ben nerdeyim, Ben nerdeyim..." Nereye gittiğimizi bilmeden mi başladık yola, yoksa en başından beri biliyor muyduk bilemeyiz. Ve sonuna gelene kadar oyunumuzun asla öğrenemeyiz. Bu, tüm -mi eklerinin ayrı yazılacağını bilmekten daha başka, daha zor bir çıkarım gerektirir çünkü çoğu zaman. Kimlerle, nerede ne yaptığınızı sorguladığınız anlar yok mudur? Unuttuğunuz için olacak, kapılıp gidersiniz bir telaşa. Uyanınca bir gece, nerede, kimlerle olduğunuzu düşünürsünüz bir an. Yıllardır kapattığınız gözlerinizi açar, etrafa şöyle bir bakarsınız daha bilinçli. İşte o anlarda, pişman olmaktır belki insanı acıtan. Ya da kendini başkalarının yanında hayal ederken bulmak... Bazen de mutlu olmak çıkar falınızda. Yaşadığınız anların bir dakikasından bile pişmanlık duymamak. Söylediklerinize sonuna kadar inanmak... "Saat çok geç, Belki gece 3, Kimlerleyim,Kimlerleyim, Ben nerdeyim?" http://www.youtube.com/watch?v=e7zWrdoy5Jk&feature

Bana sözcükleri ver...

Evet öyle anlar olabiliyormuş bazen. Birini özlediğin, birinden yaptığın tüm şeyler için özür dilemek istediğin, ve üzüldüğün zamanlar. Geride kalan tüm güzel günlerin hatırına, yalnızca o anları hatırlamak bir alışkanlık mı acaba? "Bazen," diyor filmde, "İnsanları cama çarpan yağmur damlalarına benzetiyorum. Kimi zaman yalnız akarken, kimi zaman bir başka damlaya karışıp daha da hızlanıyorlar. Ama, bilmiyorlar çoğu zaman, taksicinin camı ne zaman açacağını." İşte bununla tam da örtüşüyor belki söylemek istediklerim. İnsanın kendini, ve sonluluğunu unutuşu belki de her şeyi zora sokan. Bir şeylerin bitişini önceden kestirmek güç ama öyle ya da böyle, her şey bitişi tadıyor şu hayatta. Bu kısacık cümlelere bu gecenin şarkısı olsun o zaman.. http://www.dailymotion.com/video/x8g48v_nouvelle-vague-in-a-manner-of-speak_creation "... and the way that we feel might have to be sacrificed.."

Bir şeyler üzerine,bir şeyler yüzünden,H.M.D

Resim
Beni bu yazıyı yazmaya iten ne? Bilmiyorum. Sadece fazlaca etkilendiğim bir şeyi paylaşmak olabilir nedeni, ya da içinde kendi hayatımdan çok şey bulduğum bir şeyi paylaşmak olabilir. Belki ikisi de değildir, sadece yazmak istiyorumdur aklımdan geçenleri. Neyse ne, okumak isteyen devam eder. :) ---- Yaklaşık 7 yıla yakın süreden beri devam eden "House" dizisini, bir yılda tamamlayabileceğim bir devirde yaşadığım için kendimi, birazcık yorumcu havalarına sokmaya yetkin gördüm. House 7. sezon finalini bu hafta yaptı. 7 yıldır, agresif, dengesiz, ama her daim çekici ve komik bir adamın hikayelerini izliyor birçoğumuz. Her sezon sonunda olduğu gibi, bu sezon sonunda da şaşırtmayan bir garip final ortaya koymuş yapımcılar,amaçları ters köşe yatırmak mı, yoksa sadece klasik bir House macerası izletmek mi bilinmez ama... Tamam tamam, bir çokları biliyor beyfendinin mutsuzluğunun daimliğini. O hiç değişmedi, kendi iddiasının arkasında durarak. Belki de bu yüzden, yaptığı hiç bir davr

Kum Saati

Kayıp bir zaman kumsalında buldum saatimi. Unuttuğum her kelime, saatin içinde bir bir akıyordu kumlara. Önce elimden yere düşürdüm onu, Sonra camları yükseldi yerden ellerime. Tek tek, küçük küçük, parça parça ettiler ellerimi. Kırmızıydı rengi, akan damla damla, Ve kokuyordu tıpkı deniz kızlarının elleri gibi. Zamanın içinden bir zaman beğendim, En güzeli, hiç yaşanmamış değildi dedikleri gibi, İşte ellerimdeydi, o akan kırmızılığın içinde. Nasıl da göremezdi gözleri. Saatim, benim yorgun saatim, Hep yanlış zamanda uyandırdı beni, Hep yanlış zamanda düştü ellerimden yere. Belki o yüzden acıttı o küçük cam parçaları canımı o kadar çok, Ve belki de ben, O yüzden arandım durmadan, Kelimeleri bir arada tutmanın sihrini.

22 de 21.

Aslında aklımda çok daha farklı zamanlar oldu hep.Daha farklı günlere uyanmak, daha başka seslenilmek, ve başka bir sürü şey. Günler geçtikçe anladım hayatın bize göre değil kendine göre şekillendiğini. Zaman tozu, ellerimizden akarken büyüyorduk, ama tozu soludukça daha da başkalaşıyorduk, değişiyorduk. Şimdi, zamansız bir günün en başından, zamansız olup olmadığı bilinmeyecek birinin başlangıcına yeniden döndüğüm gündeyim.Doğmak, yaşama dahil olmak, bambaşka bir şey. İnsan yaşamda tattığı tüm o duygularla birlikte, önce kendinin doğumunu benimsiyor, her döngüde, sonra bir başkasının doğumunu görüyor, günbegün, yenilenişini, değişimini, devinimini... Ne kadar da olsa işte, artık yaklaşırken yolun "yarısına"(büyü de cebime sığma, evet), hala çocuk gibi hissedebilmek güzel bir şey. Polyannacılık değil bu, bir şeyleri yaşamış olmanın getirdiği his sadece. Ne kadar umutsuz olursan ol, mutlu olduğun onca anı yok sayamaz insan, saymamalı. Haksızlık yapmamalı renkli, güneşli günler

-Ye

İnsan niye bu kadar gariptir ve hayat; nasıl olup da her an bir şeyler öğretme çabası içindedir? Eskiden, daha küçükken yani, yeni maceralara atılmak hayata katılmak daha "olabilir" görünüyordu gözüme. Daha umutluydum diyemem, ama sonunu, olabilecekleri ve olmayabilecekleri düşünmeden atılabilmek, sanırım sadece o zamana özgüydü. Şimdi çok da uzak bir zamanda değilim o günlerden. Ama, atıldığım şeylerde -sonunu düşünmeden de olsa- anlık korkular yaşıyorum. Gözümde öyle büyüyor ki-oysa içindeyken ne kadar da güzeller-düşüncelere boğuluyorum. Yaşadığım sanki öncü bir deprem gibi, huzursuzluk veriyor çoğunlukla. Hayata yetişme arzusundan mı, yoksa belini yarı yarıya kırabildiğim mükemmelliyetçi yanımdan mı bilmiyorum. İçindeyken ne kadar mutlu-mutsuzsam, öncesinde o kadar huzursuz oluyorum. Böyle değildi birkaç zaman önce oysa ki, biliyorum. Daha da kötülerini yaşamıştım, daha da yıkıcı anları. Ve hiç birini düşünmeden atılmıştım yola, en ufak çekincem olmadan. Diyorum ya, bir ş